YARGITAY KARARLARI
Tarih: 30.11.2018 | Okunma Sayısı: 22301
  •  

    İşçinin uzun süreli sağlık raporu alması, savunma alınmadan iş akdinin feshi

  • Özet: 4857 sayılı İş Kanunu’nun 25 'inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde yer alan açıklamaya uyan sağlık raporlarında ortaya çıkan haklı fesihte işçiden savunma alınması gerekmediği hk.

    Konu: 4857 sayılı İş Kanunu ’nun 25 'inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde yer alan “İşçinin tutulduğu hastalığın tedavi edilemeyecek nitelikte olduğu ve işyerinde çalışmasında sakınca bulunduğunun Sağlık Kurulunca saptanması durumunda.” açıklamasına uyan sağlık raporları nedeniyle işveren tarafından yapılan derhal fesih nedeniyle işçiden savunma alınması da gerekmediğine dair.

    Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 19/10/2018 Tarihli ve E: 2017/9, K: 2018/10 Sayılı Kararı

    Sulh halinde yükletilecek vekalet ücretine akdi vekalet ücretinin dahil olmadığı

  • YARGITAY İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME BÜYÜK GENEL KURULU KARARI
    ESAS NO : 2017/6
    KARAR : 2018/9
    KARAR TARİHİ : 05.10.2018

    ÖZET: Avukatlık Kanunu’nun 165. maddesinde düzenlenen “ücret dolayısıyla müteselsil sorumluluk” hâllerinden olan “sulh veya her ne suretle olursa olsun taraflar arasında anlaşma ile sonuçlanan ve takipsiz bırakılan işlerde” karşı tarafın avukatı lehine her iki tarafın müteselsil olarak ödenmesinden sorumlu olacağı avukatlık ücreti kapsamına avukat ile iş sahibi arasında yapılan avukatlık ücret sözleşmesine göre avukata ödenmesi gereken akdi vekâlet ücreti dâhil değildir.

    I. GİRİŞ

    A. İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME KONUSUNDAKİ BAŞVURULAR


    Av. Yiğit Türsoy 30.06.2016 tarihli dilekçesi ile 1136 sayılı Avukatlık Kanunu‘nun 165. maddesindeki “İş sahibinin birden çok olması hâlinde bunlardan her biri, sulh veya her ne suretle olursa olsun taraflar arasında anlaşmayla sonuçlanan ve takipsiz bırakılan işlerde her iki taraf avukat ücretinin ödenmesi hususunda müteselsil borçlu sayılırlar.” şeklindeki düzenlemeye bakıldığında her iki tarafın sorumlu olacağı avukatlık ücretinin kapsamı konusunda bir açıklık bulunmadığını, anılan hüküm uyarınca her iki tarafın müteselsilen sorumlu olacağı avukatlık ücretinin yargılama gideri olarak karşı tarafa yükletilen avukatlık ücreti mi. yoksa iş sahibi ile vekil arasında sözleşme ile belirlenen akdi vekâlet ücreti mi olduğu, ya da her ikisini birden mi kapsadığı hususunun belirsiz olduğunu, bu hususta Yargıtay 4. ve 13. Hukuk Daireleri tarafından verilen kararlar arasında çelişki bulunduğunu belirterek görüş aykırılıklarının içtihatların birleştirilmesi yoluyla giderilmesi isteminde bulunmuştur.

    Emin Özdemir tarafından sunulan 11.09.2017 tarihli dilekçede de; Avukatlık Kanunu’nun 165. maddesinin uygulanmasında her iki tarafın müteselsilen sorumlu olacakları avukatlık ücretinin kapsamı konusunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu. Yargıtay 3. Hukuk Dairesi ve 13. Hukuk Dairesinin kararları ile Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin kararları arasında aykırılık bulunduğu belirtilerek, bu görüş aykırılığı konusunda 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 45. maddesi uyarınca içtihatların birleştirilmesi istenilmiştir.

    ………………………….. Haberleşme ve Yayıncılık A.Ş. vekilleri Av. Bekir Eren, Av. Nihal Oğuz. Av. Fatih Savaş ve Av. Gözde Meral tarafından sunulan 27.02.2018 ve 14.03.2018 tarihli dilekçeler ile de Avukatlık Kanunu’nun 165. maddesine göre her iki tarafın müteselsil olarak ödenmesinden sorumlu olacağı avukatlık ücretinin kapsamı hakkında Yargıtay 4. Hukuk Dairesi ile 13. Hukuk Dairesinin kararlarının birbirine aykırı olduğu belirtilerek, görüş aykırılığının Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin kararları esas alınarak giderilmesi talep edilmiştir.

    B. YARGITAY BİRİNCİ BAŞKANLIK KURULUNUN KARARI VE İÇTİHADI BİRLEŞTİRMENİN KONUSU

    Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 11.05.2017 tarihli ve 166 sayılı kararı ile;

    Avukatlık Kanunu’nun 165. maddesinde düzenlenen “ücret dolayısı ile müteselsil sorumluluk” kapsamında karşı tarafın da sorumlu olacağı “avukatlık ücreti” nin mahiyeti bakımından 4. Hukuk Dairesi ile 13. Hukuk Dairesi tarafından verilen kararlar arasında görüş aykırılığı bulunduğu sonucuna varıldığından; bu aykırılığın İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunca giderilmesi gerektiğine, görüşme tarihi daha sonra Birinci Başkanlıkça belirlenmek üzere, raportör üye olarak Hikmet Kanık’ın görevlendirilmesine karar verilmiştir.

    Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 26.02.2018 tarihli ve 72 sayılı kararı ile de; konularının benzerlik göstermesi nedeniyle Emin Özdemir imzalı 11.09.2017 tarihli içtihadı birleştirme başvurusunun Av. Yiğit Türsoy imzalı 30.06.2016 tarihli içtihadı birleştirme başvurusuyla birleştirilmesine karar verilmiş, aynı konuyu kapsayan Av. Bekir Eren ve Av. Nihal Oğuz imzalı 15.03.2018 havale tarihli dilekçe de bahsi geçen talep ile birleştirilmek üzere gönderilmiştir.

    Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, içtihadı birleştirmeye konu uyuşmazlığın Avukatlık Kanunu’nun 165. maddesinde düzenlenen ücret dolayısıyla müteselsil sorumluluk kapsamında karşı tarafın sorumlu olacağı avukatlık ücretinin mahiyetine ilişkin olmakla birlikte, belirlenen bu konunun gerçek ihtilafı saptamaya yeterli olmadığı ileri sürülmüş, yapılan değerlendirme sonucunda içtihadı birleştirme konusunun “Avukatlık Kanunu’nun 165. maddesinde düzenlenen “ücret dolayısıyla müteselsil sorumluluk” hâllerinden olan “sulh veya her ne suretle olursa olsun taraflar arasında anlaşma ile sonuçlanan ve takipsiz bırakılan işlerde” karşı tarafın avukatı lehine her iki tarafın müteselsil olarak ödenmesinden sorumlu olacağı avukatlık ücreti kapsamına avukat ile iş sahibi arasında yapılan avukatlık ücret sözleşmesine göre avukata ödenmesi gereken akdi vekâlet ücretinin girip girmediği” şeklinde belirlenmesine, birinci toplantıda üçte ikiyi aşan çoğunlukla karar verilmiştir.

  •  

    AKIL HASTASI DA OLSA SANIĞIN SAVUNMASI ALINMADAN KARAR VERİLEMEYECEĞİ

  • YARGITAY Ceza Genel Kurulu 
    2018/237 E. 
    2018/298 K.

    Kararı Veren Yargıtay Dairesi : 16. Ceza Dairesi


    Sanık &S230; hakkında iftira suçundan açılan kamu davasında yapılan yargılama sonucunda TCK'nun 32/1, 57 ve CMK'nun 223/3-a maddeleri uyarınca ceza verilmesine yer olmadığına ve yüksek güvenlikli sağlık kurumlarında koruma ve tedavi altına alınmasına ilişkin Yunak Asliye Ceza Mahkemesince verilen 19.12.2013 gün ve 217-273 sayılı hükmün, sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 16. Ceza Dairesince 17.01.2017 gün ve 1929-123 sayı ile;

    "İftira suçunun oluşabilmesi için yetkili makamlara ihbar veya şikayette bulunarak işlemediğini bildiği hâlde, hakkında soruşturma ve kovuşturma başlatılmasını ya da idari bir yaptırım uygulanmasını sağlamak için bir kimseye hukuka aykırı bir fiil isnat edilmesinin gerektiği, somut olayda sanığın savcılık katibi olan katılan hakkında Konya İdare Mahkemesi kararını kendisine tebliğ etmediği iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuş ise de; adli ve idari yaptırım gerektiren bir eylem atfında bulunmaması ve suç teşkil etmemesi karşısında, iftira suçunun unsurları gerçekleşmediğinden sanığın beraati yerine yazılı olduğu şekilde ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmesi" isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.

    Yunak Asliye Ceza Mahkemesi ise 08.06.2017 gün ve 67-81 sayı ile ilk hükümde direnmiştir.

    Bu hükmün de sanık müdaii tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 12.01.2018 gün ve 59965 sayılı “bozma” istekli tebliğnamesiyle gönderilen dosyayı 6763 sayılı Kanunun 36. maddesiyle değişik CMK'nun 307. maddesi uyarınca inceleyen Yargıtay 16. Ceza Dairesince 12.03.2018 gün ve 415-707 sayı ile, direnme kararının yerinde görülmemesi üzerine Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır. 

    TÜRK MİLLETİ ADINA

    CEZA GENEL KURULU KARARI

    Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa atılı iftira suçunun unsurlarının oluşup oluşmadığının belirlenmesine ilişkin ise de; Yargıtay İç Yönetmeliğinin 27. maddesi uyarınca öncelikle, işlediği iddia olunan suça ilişkin ceza sorumluluğuna sahip olmayan sanık hakkında, sorgusu yapılmadan ceza verilmesine yer olmadığına karar verilip verilemeyeceğinin belirlenmesi gerekmektedir. 


    Sanık &S230;'in, savcılık kâtibi olan katılan &S230; bölge idare mahkemesinde görevli olmadığı hâlde, bölge idare mahkemesi kararlarını kendisine tebliğ etmediğinden bahisle katılandan haksız yere şikâyetçi olduğu iddiasıyla hakkında iftira suçundan kamu davası açıldığı,

    Yapılan yargılama sırasında sanık hakkında Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Kurulunca düzenlenen raporda; sanığın cezai sorumluluğuna müessir ve kişide şuur ve harekât serbestisini ortadan kaldıracak mahiyet ve derecede olan ve psikotik bozukluk denilen akıl hastası olduğu, mezkûr suçu işlediği sırada fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını idrak etme ve bu fiil ile ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneğini ortadan kaldıracak boyuttaki bu akıl hastalığının etkisinin bulunduğu, cezai sorumluluğu bulunmayan sanık hakkında korunma ve tedavi amaçlı akıl hastalarına özgü güvenlik tedbirlerinin uygulanmasının uygun olacağının belirtildiği,

    Yerel mahkemece kendisine zorunlu müdafi tayin edilen sanığın sorgusu yapılmadan hakkında ceza verilmesine yer olmadığına ve koruma amaçlı tedavi altına alınmasına ilişkin kurulan ilk hükmün, Özel Dairece, sanığa atılı iftira suçunun unsurları oluşmadığından bahisle beraatine karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi nedeniyle bozulmasından sonra yapılan yargılamada da sanığın sorgusu yapılmadan, müdafisinin dinlenmesi ile yetinilip önceki hükümde direnilmesine karar verildiği,

    Anlaşılmaktadır. 

    Türk Ceza Kanununun 31. maddesinin ikinci ve 32. maddesinin birinci fıkralarında kusur yeteneği dolaylı bir şekilde tanımlanmıştır. Bu hükümler uyarınca, işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama ve davranışlarını yönlendirme yeteneğinin bulunması durumunda kusur yeteneğinin varlığı kabul edilmiştir. Kusur yeteneğinin iki belirgin unsuru vardır. Bunlardan ilki; işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını anlayabilme, diğeri ise; eylemin hukuki anlam ve sonuçlarını kavrayan kişinin, davranışlarını bu algılama doğrultusunda hukuk düzeninin gereklerine uygun olarak yönlendirme yeteneğinin bulunmasıdır. "Algılama" ve "irade yeteneği" denilen bu iki öğenin kişide bir arada bulunmaması veya bu yeteneklerinde azalma meydana gelmesi halinde kusur yeteneğinin tam olmadığı kabul edilmelidir.

    Ceza sorumluluğunu kaldıran veya azaltan nedenler arasında bulunan akıl hastalığı, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 32. maddesinde;

    "1) Akıl hastalığı nedeniyle işlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılayamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza verilmez. Ancak, bu kişiler hakkında güvenlik tedbirine hükmolunur.
    2) Birinci fıkrada yazılı derecede olmamakla birlikte işlediği fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği azalmış olan kişiye, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine yirmibeş yıl, müebbet hapis cezası yerine yirmi yıl hapis cezası verilir. Diğer hâllerde verilecek ceza, altıda birden fazla olmamak üzere indirilebilir. Mahkûm olunan ceza, süresi aynı olmak koşuluyla, kısmen veya tamamen, akıl hastalarına özgü güvenlik tedbiri olarak da uygulanabilir" şeklinde hüküm altına alınmıştır.

    Buna göre, ortada bütün unsurlarıyla oluşmuş bir suç bulunmakta ise de, akıl hastası olduğu belirlenen sanık, işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamayacak durumda olduğundan, suçun işlenmesinden dolayı hukuki anlamda sorumlu tutulup cezalandırılamaz. TCK'nun 32. maddesinin birinci fıkrası gereğince bu durumda bulunan sanığa ceza tayin edilmesi mümkün olmadığından, Ceza Muhakemesi Kanununun 223. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca "ceza verilmesine yer olmadığına" karar verilmesi gerekir. Öte yandan sanığa ceza verilemiyor olması, hakkında bir güvenlik tedbirine hükmolunmasına engel değildir. O hâlde akıl hastası sanığın tedavi ve muhafazasına karar verilebilmesi için, açılan davada isnat yeteneği ile "fiil-fail-akıl hastalığı" arasındaki ilişkinin belirlenebilmesi için bir yargılama faaliyetine ihtiyaç vardır.

    Öğretide; "Emniyet tedbiri veya ceza uygulaması failler hakkında kabul edildiğine göre, suçun işlendiği sıradaki tam ve yarım akıl hastalığının emniyet tedbiri veya dar manada ceza davası açılmasına, o kişilerin sanık sıfatı almasına ve son soruşturma yapılmasına tesir etmeyeceği" belirtilerek, ceza ehliyetine sahip olmayanların, ceza yargılaması sırasında sanık konumunda bulunabilecekleri vurgulanmıştır (Nurullah Kunter, Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta Yayınevi, Onuncu Bası, s. 414).

    İşlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamayan veya fiille ilgili davranışlarını yönlendirme yeteneği önemli ölçüde azalmış olanlar hakkında güvenlik tedbiri uygulanabilmesi için açılan dava üzerine yapılan muhakeme güvenlik tedbiri muhakemesidir. Bu düşünceden hareketle, suçu işlediği sırada akıl hastası olanlar hakkında güvenlik tedbirine hükmedilebilmesi amacıyla açılan dava üzerine yapılan yargılama sırasında sanık konumunda bulundukları, dolayısıyla sanıklara tanınan haklardan yararlanabilecekleri hususunda herhangi bir şüphe yoktur. Koruma ve tedavi tedbiri bir suç işlenmesinin neticesi olduğundan, ancak suç işleyen kimselere uygulanması gereken bir müeyyidedir. Dolayısıyla bu tedbirin uygulanması için açılan dava bir ceza muhakemesi davasıdır. Mahkemenin TCK'nun 57. maddesinde düzenlenen tedbirlere karar verebilmesi için, sanığın bir suç işlemiş olması şart olduğuna göre, bütün deliller toplanıp sanığın sorgusu da yapılacak ve suç işlediği sabit bulunmazsa beraat kararı verilecektir (Nurullah Kunter-Feridun Yenisey-Ayşe Nuhoğlu, Ceza Muhakemesi Hukuku, Onsekizinci Baskı, Beta Yayınevi, İstanbul 2010, s. 1569-1571, 1593-1596).

    Diğer taraftan oldukça geniş bir kavram olan "savunma hakkı" şüpheliyi ve sanığı ilgilendirdiği kadar, bir gün şüpheli veya sanık konumuna düşebilecek olan toplumda yaşayan herhangi bir ferdi, dolayısıyla bütün toplumu ve yine adaleti sağlama yükümlülüğü bulunan Devleti de ilgilendirmektedir. Ceza muhakemesinin amacı, yargılama neticesi verilen ve iddia ile savunmanın değerlendirilmesinden ibaret olan hükmün doğru olmasını sağlamaktadır. Bu yönüyle, geniş bir bakış açısı ile değerlendirilmesi gereken savunma hakkı, yargı mercileri huzurunda kendisini savunma, müdafi yardımından yararlanma, susma, soru sorma, aleyhine olan işleme katılmama, tercümandan yararlanma, delillerin toplanmasını isteme, duruşmada hazır bulunma, kanun yoluna başvurma gibi hakları içermektedir.

    Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının "Temel haklar ve ödevler" bölümünde yer alan 36. maddesinde savunma hakkı; "Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir" şeklinde düzenlenmiş olup, "temel hak" niteliğine uygun olarak savunma hakkı verilmemesi veya savunma hakkının sınırlandırılması durumunda verilen karar hukuka aykırı olacaktır. Buna göre, sanığın ceza muhakemesindeki en önemli haklarından birisi, yargı mercilerince her aşamada nazara alınması gereken savunma hakkıdır. Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış olan bu hakkın herhangi bir nedenle sınırlandırılması da mümkün değildir. Nitekim 1412 sayılı CMUK'nun 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca karar tarihi itibarıyla uygulanması gereken 308/8 ve 5271 sayılı CMK’nun 289/1-h maddeleri uyarınca savunma hakkının sınırlandırılması mutlak bozma nedenlerindendir.

    Savunma hakkının temelini oluşturan sorgu, sadece sanık lehine getirilmiş bir hüküm değil, aynı zamanda maddi gerçeğe ulaşmak amacıyla konulmuş, kamusal niteliği de bulunan emredici usul kuralıdır. Savunma hakkının sınırlandırılamayacağı ilke olmakla birlikte, kanun koyucunun başka bir mağduriyete sebebiyet vermemek, yargılamanın uzamasını engellemek, usul ekonomisi, gereksiz emek ve gider kaybına neden olmamak açısından bazı sınırlamalara gittiği de bir gerçektir. Ancak bu sınırlamalar istisna olup, bu hallerde dahi usul kanunumuz bazı şartların varlığını aramaktadır.

    Sanık duruşmada hazır bulunması gereken kişilerden olup, bu durum yargılamanın "yüze karşılık" özelliği ve savunma hakkının sonucudur. Bu nedenledir ki, ceza muhakemesi hukukumuzda istisnai haller haricinde, gelmeyen sanık hakkında duruşma yapılamayacaktır. 

    CMK'nun 191. maddesi uyarınca, ceza muhakemesinin bir türü olduğu kabul edilen ve suçu işlediği sırada akıl hastası olanlar hakkında görülen güvenlik tedbiri yargılamasında duruşmaya tanık ve bilirkişi yoklamasıyla başlanacak, bundan sonra sanığın açık kimliği ve şahsi hâli tespit edilecek, iddianamenin okunmasından sonra sanık, aynı Kanunun 147. maddesinde öngörülen şekilde sorguya çekilecektir. Sorgusu sırasında sanığa üzerine atılı suç hakkında açıklamada bulunmamasının kanuni hakkı olduğu, şüpheden kurtulması için somut delillerin toplanmasını isteyebileceği hatırlatılacak, aleyhindeki şüphe nedenlerini ortadan kaldırmak ve lehine olan hususları ileri sürme imkânı verilecektir. Bu yönü itibarıyla sorgu, kamusal yanı bulunmakla birlikte öncelikle bir savunma aracıdır.

    Fiili işlediği sırada akıl hastası olduğu tespit edilen kişi hakkında uygulanacak güvenlik tedbirleri Türk Ceza Kanununun 57. maddesinde;

    "1) Fiili işlediği sırada akıl hastası olan kişi hakkında, koruma ve tedavi amaçlı olarak güvenlik tedbirine hükmedilir. Hakkında güvenlik tedbirine hükmedilen akıl hastaları, yüksek güvenlikli sağlık kurumlarında koruma ve tedavi altına alınırlar.

    2) Hakkında güvenlik tedbirine hükmedilmiş olan akıl hastası, yerleştirildiği kurumun sağlık kurulunca düzenlenen raporda toplum açısından tehlikeliliğinin ortadan kalktığının veya önemli ölçüde azaldığının belirtilmesi üzerine mahkeme veya hâkim kararıyla serbest bırakılabilir.

    3) Sağlık kurulu raporunda, akıl hastalığının ve işlenen fiilin niteliğine göre, güvenlik bakımından kişinin tıbbî kontrol ve takibinin gerekip gerekmediği, gerekiyor ise, bunun süre ve aralıkları belirtilir.

    4) Tıbbî kontrol ve takip, raporda gösterilen süre ve aralıklarla, Cumhuriyet savcılığınca bu kişilerin teknik donanımı ve yetkili uzmanı olan sağlık kuruluşuna gönderilmeleri ile sağlanır.

    5) Tıbbî kontrol ve takipte, kişinin akıl hastalığı itibarıyla toplum açısından tehlikeliliğinin arttığı anlaşıldığında, hazırlanan rapora dayanılarak, yeniden koruma ve tedavi amaçlı olarak güvenlik tedbirine hükmedilir. Bu durumda, bir ve devamı fıkralarda belirlenen işlemler tekrarlanır.

    6) İşlediği fiille ilgili olarak hastalığı yüzünden davranışlarını yönlendirme yeteneği azalmış olan kişi hakkında birinci ve ikinci fıkra hükümlerine göre yerleştirildiği yüksek güvenlikli sağlık kuruluşunda düzenlenen kurul raporu üzerine, mahkûm olduğu hapis cezası, süresi aynı kalmak koşuluyla, kısmen veya tamamen, mahkeme kararıyla akıl hastalarına özgü güvenlik tedbiri olarak da uygulanabilir.

    7) Suç işleyen alkol ya da uyuşturucu veya uyarıcı madde bağımlısı kişilerin, güvenlik tedbiri olarak, alkol ya da uyuşturucu veya uyarıcı madde bağımlılarına özgü sağlık kuruluşunda tedavi altına alınmasına karar verilir. Bu kişilerin tedavisi, alkol ya da uyuşturucu veya uyarıcı madde bağımlılığından kurtulmalarına kadar devam eder. Bu kişiler, yerleştirildiği kurumun sağlık kurulunca bu yönde düzenlenecek rapor üzerine mahkeme veya hâkim kararıyla serbest bırakılabilir" şeklinde düzenlenmiştir.

    TCK'nun 57. maddesi uyarınca muhafaza ve güvenlik tedbirinin, yüksek güvenlikli sağlık kurumlarında ve toplum açısından tehlikeliliğinin ortadan kalktığı veya önemli ölçüde azaldığı sağlık kurulu raporuyla tespit edilene kadar devam edeceği nazara alındığında, sanık açısından ağır sonuçlar meydana getireceği tartışmasızdır. Dolayısıyla kendisi açısından ağır neticeler doğuracağı muhakkak olan kararın verilme ihtimali bulunan bir yargılama sırasında bizzat sanığa, bu sonucu önlemeye yönelik savunma imkânı tanınması, sorguya ilişkin kanuni düzenlemenin getirdiği bir zorunluluk olduğu kadar, adil yargılanma hakkının da gereğidir.
    Öte yandan, bilirkişi raporunu denetleyecek, değerlendirecek ve gerektiğinde yeni bir bilirkişi görüşüne başvurabilecek olan hâkimin, duruşmadaki sorgusu sırasında sanığı bizzat görmesi, izlemesi ve kanunun gerekli kıldığı durumları tutanağa kaydetmesi gereklidir. Yine zamanaşımının dolması hâlinde güvenlik tedbirine hükmedilmesi imkânı bulunmadığından, dava zamanaşımını kesici özelliği olan sanığın sorguya çekilmesi işleminin gerçekleştirilmesi bu yönüyle de zorunludur. 

    Bu açıklamalar ışığında önsoruna ilişkin olarak yapılan değerlendirmede; 

    Sanık hakkında TCK'nun 57. maddesinde uyarınca hükmolunan tedbirlerin, sanığın suç işlediğinin sabit olması hâlinde uygulanabileceği gözetildiğinde, öncelikle sanığın atılı suç nedeniyle sorgusunun yapılmasının zorunlu olması, söz konusu güvenlik tedbirlerinin sanık hakkında yükümlülükler içermesi karşısında sanığa bu sonucu önlemeye yönelik savunma imkânının tanınması gerektiği ve duruşmanın yüz yüzeliği, sözlülüğü ilkeleri ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde de güvence altına alınan adil yargılanma hakkı birlikte değerlendirildiğinde; psikotik bozukluk nedeniyle, işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını idrak etme ve bu fiil ile ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneğinin ortadan kalktığı adli raporlarla tespit edilen sanığın sorgusu yapılmadan, müdafinin dinlenmesiyle yetinilerek hakkında ceza verilmesine yer olmadığına ve koruma amaçlı tedavi altına alınmasına karar verilmesinin savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğurduğu kabul edilmelidir.

    Bu itibarla, direnme kararına konu hükmün, belirlenen bu usulü nedenden dolayı sair yönleri incelenmeksizin bozulmasına karar verilmelidir. 

    SONUÇ:

    Açıklanan nedenlerle;
    1- Yunak Asliye Ceza Mahkemesinin 08.06.2017 gün ve 67-81 sayılı direnme kararına konu hükmünün, ceza sorumluluğuna sahip olmayan sanığın sorgusu yapılmadan hakkında koruma ve tedavi tedbirine hükmolunması suretiyle savunma hakkının kısıtlanması isabetsizliğinden sair yönleri incelenmeksizin BOZULMASINA,
    2- Dosyanın, mahalline iadesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 19.06.2018 tarihinde yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

  •  
  • ŞÜPHELİ DIŞINDA 3.KİŞİLERİN İLETİŞİMLERİ TESPİT EDİLEMEZ&S230;

  • T.C. 
    YARGITAY
    CEZA GENEL KURULU
    ESAS NO:2011/6-140 
    KARAR NO: 2011/222
    KARAR TARİHİ:15.11.2011 

    >>TELEKOMÜNİKASYON YOLUYLA İLETİŞİMİN DENETLENMESİ BAZ İSTASYONUNDAN GÖRÜŞME YAPAN TÜM ABONELERE AİT BİLGİLER İLETİŞİMİN TESPİTİ TEDBİRİ ŞÜPHELİ VEYA SANIK SIFATINA SAHİP OLMAYAN ÜÇÜNCÜ KİŞİLER HAKKINDA İLETİŞİMİN TESPİTİ TEDBİRİNE BAŞVURULAMAYACAĞI


    ÖZET:Günün belli bir zaman diliminde baz istasyonundan görüşme yapan tüm abonelere ait açık adres ve kimlik bilgilerini kapsayacak şekilde arayan ve aranan dökümlerine ilişkin bilgilerin dökümü iletişimin tespiti işlemidir. Tüm suçlar yönünden bu tedbire başvurma olanağı bulunduğundan, işlendiği iddia olunan hırsızlık suçu yönünden iletişimin tespiti kararı verilmesi olanaklı ise de; hakkında tedbir kararı verilen kişiler yönünden tedbir kararının isabetli olup olmadığının belirlenmesi gerekmektedir. İletişim tespiti ancak, şüpheli ve sanık hakkında uygulanabilir. Haklarında iletişimin tespiti tedbiri talep edilen kişiler, baz istasyonundan hizmet alan üçüncü kişiler olup, şüpheli veya sanık sıfatına sahip olmadıklarından haklarında iletişimin tespiti tedbirine başvurulması olanağı yoktur.

    Günün belli bir zaman diliminde baz istasyonundan görüşme yapan tüm abonelere ait açık adres ve kimlik bilgilerini kapsayacak şekilde arayan ve aranan dökümlerine ilişkin bilgilerin dökümü iletişimin tespiti işlemidir. Tüm suçlar yönünden bu tedbire başvurma olanağı bulunduğundan, işlendiği iddia olunan hırsızlık suçu yönünden iletişimin tespiti kararı verilmesi olanaklı ise de; hakkında tedbir kararı verilen kişiler yönünden tedbir kararının isabetli olup olmadığının belirlenmesi gerekmektedir. İletişim tespiti ancak, şüpheli ve sanık hakkında uygulanabilir. Haklarında iletişimin tespiti tedbiri talep edilen kişiler, baz istasyonundan hizmet alan üçüncü kişiler olup, şüpheli veya sanık sıfatına sahip olmadıklarından haklarında iletişimin tespiti tedbirine başvurulması olanağı yoktur.






    DAVA : İstanbul C.Başsavcılığınca 13.11.2008 tarihinde işlendiği iddia olunan hırsızlık suçu ile ilgili olarak, suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil etme olanağı bulunmadığından bahisle 5271 sayılı CYY’nın 135 ve 137. maddeleri uyarınca 0 532 … .. .. numaralı hattın 0 536 … .. .. ve 0 536 … .. .. numaralı hatları, 0 542 … .. .. numaralı hattın 0 544 … .. .. numaralı hattı, 0 505 … .. .. numaralı hattın ise 0 505 … .. .. numaralı hattı 20.11.2008 tarihinde hangi baz istasyonundan aradığı, tespit edilen baz istasyonundan 13.11.2008 günü saat 20:30-21:15 saatleri arasında görüşme yapan kişilerin arayan ve aranan olarak dökümlerine ait teknik bilgiler ile görüşme yapan abonelerin açık adres ve kimlik bilgilerinin Telekomünikasyon İletişim Başkanlığından çıkarılması konusunda karar verilmesinin talep edilmesi üzerine, İstanbul 1. Sulh Ceza Mahkemesince 25.11.2008 gün ve 2008/1447 değişik iş sayılı karar ile talebin kabulüne karar verilmiş,

    Bu karara karşı Telekomünikasyon İletişim Başkanlığınca 28.11.2008 tarihinde itiraz edilmesi üzerine itirazı inceleyen İstanbul 5. Asliye Ceza Mahkemesince 22.12.2008 gün ve 2008/146 değişik iş sayılı karar ile itirazın reddine karar verilmiştir.

    Kesinleşmiş olan merci kararına karşı Adalet Bakanlığınca; “…iletişimin tespiti, dinleme ve kayda alma kararının ancak şüpheli veya sanık yönünden istenebileceği, keza iletişimin tespiti talebinde hakkında tedbir uygulanacak kişinin kimliğinin bulunması gerektiği, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının talebinde ise bu hususların yer almadığı gözetilmeksizin itirazın kabulü yerine yazılı şekilde reddine karar verilmesinde isabet bulunmamaktadır” görüşüyle yasa yararına bozma isteminde bulunulması üzerine Yargıtay 6. Ceza Dairesince 04.10.2010 gün ve 11787-15266 sayı ile;

    “… Kanun yararına bozma istemine konu edilen İstanbul 1. Sulh Ceza Mahkemesinin 25.11.2008 tarih ve 2008/1447 müteferrik sayılı kararında ‘Yapılan soruşturmada suç işlendiğine dair kuvvetli kuşku uyandığı, başka suretle kanıt elde etme imkanının bulunmadığı anlaşıldığından, 5271 sayılı CYY’nın 135 ve 137. maddeleri gereğince, 13.11.2008 günü yakınan Y.K’ye ait işyerinde yapılan hırsızlık olayı ile ilgili olarak, suçun aydınlatılması ve faillerinin belirlenmesi amacıyla, kolluk merciince belirtilen telefon hatları ile yapılan görüşmelerin hangi baz istasyonlarına ait olduğu ve tespit edilen baz istasyonlarından, 13.11.2008 günü 20.30 ile 21.15 saatleri arasında yapılan görüşmelerin bölgeli olarak arayan ve aranan olarak dökümlerine ait teknik bilgilerin ve görüşme yapan abonelerin kimlik bilgilerinin ve açık adreslerinin ( nüfus cüzdanı fotokopisi, sürücü belgesi fotokopisi, abone sözleşmesi fotokopisi vb. )CD ortamında Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’ndan çıkarılmasına’ karar verildiği anlaşılmıştır.

    Anılan karar içeriğinde, belirtilen tarih ve saatler arasında sadece teknik bilgilerin, arayan ve aranan abonelerin kimliklerine ve adreslerine ilişkin bilgilerin ilgili kurumdan çıkartılmasına karar verilmiş; genel olarak belirtilen çevrede bulunan kişilerin ve kurumların, telefon görüşmelerinin dinlenmesine ya da iletişimlerinin tespitine ilişkin özel hayata müdahale oluşturacak ya da kişi hürriyetini kısıtlayıcı bir karar verilmemiştir.

    Açıklanan nedenlerle, İstanbul 1. Sulh Ceza Mahkemesinin 25.11.2008 tarih ve 2008/1447 müteferrik sayılı kararı ile, bu karara itiraz üzerine İstanbul 5.Asliye Ceza Mahkemesinin 22.12.2008 tarih ve 2008/146 müteferrik sayılı itirazın reddine ilişkin kararı usul ve yasaya uygun bulunduğundan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının tebliğnamesindeki kanun yararına bozma isteminin reddine…” karar verilmiştir.

    Yargıtay C.Başsavcılığı ise 18.05.2011 gün ve 125995 sayı ile;

    “… Niteliği itibarıyla gizli bir koruma tedbiri olan telekomünikasyon yoluyla iletişimin denetlenmesi, 5271 sayılı CYY’nın 135 ve devamı maddelerinde ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Suçların aydınlanması amacıyla suç soruşturması ve kovuşturması çerçevesinde telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi sıkı koşullara tabi tutulmuştur.

    CYY’nın 135/1. maddesine göre bir suç dolayısıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmada, suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkanının bulunmaması durumunda, hakim veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısının kararıyla şüpheli veya sanığın telekomünikasyon yoluyla iletişimi tespit edilebilir, dinlenebilir, kayda alınabilir ve sinyal bilgileri değerlendirilebilir.

    Konumuz açısından da önem taşıyan iletişimin tespiti kavramı, Telekomünikasyon Yoluyla Yapılan İletişimin Tespiti, Dinlenmesi Sinyal Bilgilerinin Değerlendirilmesi ve Kayda Alınmasına Dair Usul ve Esaslar ile Telekomünikasyon İletişim Başkanlığının Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Yönetmeliğin 3/i maddesinde, iletişimin içeriğine müdahale etmeden iletişim araçlarının diğer iletişim araçlarıyla kurduğu iletişime ilişkin arama, aranma, yer bilgisi ve kimlik bilgilerinin tespit edilmesine yönelik işlemleri ifade etmektedir.

    Somut olayla ilgili görülmediğinden maddede geçen diğer denetim şekillerinin tanımlanmasına gerek ve ihtiyaç görülmemiştir.

    Anılan Yasanın 135/3. maddesinde ‘Birinci fıkra hükmüne göre verilecek kararda, yüklenen suçun türü, hakkında tedbir uygulanacak kişinin kimliği, iletişim aracının türü, telefon numarası veya iletişim bağlantısını tespite imkan veren kodu, tedbirin türü, kapsamı ve süresi belirtilir. Tedbir kararı en çok üç ay için verilebilir; bu süre bir defa daha uzatılabilir. Ancak, örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili olarak gerekli görülmesi halinde, hakim bir aydan fazla olmamak üzere sürenin müteaddit defalar uzatılmasına karar verebilir’ hükmünü içermektedir.

    Bu düzenlemelerden de anlaşılacağı üzere, CYY’nın 135. maddesi kapsamında iletişimin tespiti kararı ancak şüpheli veya sanık yönünden istenebilir. Bu durumda dahi denetlenecek olan telefon hattının şüpheli tarafından kullanıldığına ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin bulunması gerekir. Aksi takdirde, tedbirin uygulama alanı çok genişler; bir başkasının kullandığı telefon hattının denetlenmesi sonucu ortaya çıkar ki bu durumda tedbirin şüpheliye uygulandığından söz edilemez.

    Tedbir kararında 3. fıkrada belirtilen tüm hususların yer alması zorunludur. Hakkında tedbir uygulanacak kişinin kimlik bilgilerinin ve telefon numarasının açıkça gösterilmesi gerekir.

    Somut olayda, bir işyerinden yapılan kasa hırsızlığı ile ilgili olarak yürütülen soruşturmada, suçun aydınlatılması ve faillerinin belirlenmesi amacıyla, Cumhuriyet Başsavcılığının istemi üzerine, Sulh Ceza Mahkemesince, o bölgede yapılan telefon görüşmelerinin hangi baz istasyonuna bağlı olduğu ve 13.11.2008 günü saat 20.30 ile 21.15 arasında yapılan tüm görüşmelerin arayan ve aranan olarak kimlik bilgilerinin ve açık adreslerinin tespit edilmesine karar verilmiştir. Bu karara yapılan itiraz, Asliye Ceza Mahkemesince reddedilmiştir.

    Burada, iletişimin tespiti, şüpheli veya sanık hakkında değil, o bölgede bulunan ve o saatler arasında telefon ile görüşme yapan diğer kişiler yönünden de verilmiştir. Olayın şüphelisi henüz belli değildir. Delil elde etme amacıyla da olsa, iletişimin tespiti işlemi yasada açıklık bulunmasına bağlıdır. Olayın aydınlatılması ve faillerinin belirlenmesi için, soruşturma ile hiç ilgileri bulunmayan diğer kişilerin, kimlerle, ne zaman ve ne kadar süre ile görüştüğüne ilişkin bilgilerin soruşturma dosyasına girmesi, o bilgilerin birçok kişi ile paylaşılması, özel hayatın ihlali anlamını taşımaktadır.

    Şüpheli veya sanık dışındaki diğer kişilerin, örneğin şikayetçi ya da mağdurun, iletişimlerinin tespitine ilişkin işlemler, CYY’nın 135. maddesi kapsamında değildir. Bunu, Cumhuriyet savcısının, CYY’nın 160 ve 161. maddelerinde öngörülen genel soruşturma görev ve yetkisi çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

    Ancak, şüpheli ya da sanıkla daha genel bir yaklaşımla olayla hiçbir ilgisi bulunmayan diğer kişilerin, bir suçun failine ulaşmak için dahi olsa iletişimlerinin tespit edilebileceğine ilişkin mevzuatımızda herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Yasal dayanağı olmadan, hiç kimsenin telefon görüşmelerinin tespit edilmesi mümkün değildir.

    Anayasa’nın 22. maddesi gereğince kural olarak herkes haberleşme özgürlüğüne sahiptir ve haberleşmenin gizliliği esastır. Bu kural uyarınca telefon ile yapılan haberleşme de gizlidir. Ancak, yine aynı madde uyarınca, ulusal güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması nedenlerine dayalı olarak hakim kararıyla gizlilik kuralı askıya alınabilir.

    Tarafı olduğumuz ve onaylamakla iç hukuk mevzuatına dahil ettiğimiz ‘Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi’nin 8. maddesinde de herkesin haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahip olduğu kurala bağlanmış, bu hakka bir kamu otoritesinin müdahalesinin ancak, ulusal güvenlik, kamu emniyeti, ülkenin ekonomik refahı, dirlik ve düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için, demokratik bir toplumda gerekli olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla söz konusu olabileceği belirtilmiştir.

    Yine, Anayasanın 13. maddesi gereğince, temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın, yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.

    Haberleşme hürriyeti ve özel hayatın gizliliğinin ihlali niteliğindeki telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesinin bizatihi kanunla düzenlenmesi yeterli değildir. Tedbir ile anılan haklara getirilen sınırlamanın Anayasanın özüne, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine uygun olması lazımdır.

    Ölçülülük ilkesi, bir ceza yargılaması işleminin yapılmasıyla elde edilmesi beklenen yarar ile verilmesi ihtimal dahilinde olan zarar arasında makul bir oranın bulunmasını, oransızlık halinde işlemin yapılmamasını ifade eder. Ceza yargılamasının sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için, başvurulacak koruma tedbirinin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmek için elverişli ve gerekli olması, kişilerin haklarını en az ihlal eden bir tedbir olması lazımdır.

    İşlenen bir suçun failine ulaşabilmek amacıyla da olsa diğer kişilerin özel hayatları ve haberleşme özgürlükleri feda edilmemelidir.

    Açıklamalar ışığında; Özel Dairece, kanun yararına bozma isteminin kabulüne karar verilmesi gerekirken reddine karar verilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır…”,

    Görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurarak, Özel Daire red kararının kaldırılması ve yasa yararına bozma isteminin kabulüne karar verilmesi isteminde bulunmuştur.

    Dosya Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:

    KARAR : Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; suç soruşturması kapsamında günün belli bir zaman diliminde baz istasyonundan görüşme yapan tüm abonelere ait açık adres ve kimlik bilgilerini kapsayacak şekilde arayan ve aranan dökümlerinin mahkeme kararı ile alınmasının yasal olarak olanaklı olup olmadığının belirlenmesine ilişkindir.

    Uyuşmazlığın sağlıklı bir şekilde çözümlenmesi için öncelikle haberleşme hürriyeti ve iletişimin denetlenmesi kavramlarının üzerinde durmak gerekmektedir.

    Anayasa’nın 22. maddesi gereğince kural olarak herkes haberleşme özgürlüğüne sahiptir ve haberleşmenin gizliliği esastır. Ancak, yine aynı madde uyarınca, ulusal güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması nedenlerine dayalı olarak hakim kararıyla gizlilik kuralı askıya alınabilir.

    Tarafı olduğumuz ve onaylamakla iç hukuk mevzuatına dahil ettiğimiz “Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi”nin 8. maddesinde de herkesin haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahip olduğu kurala bağlanmış, bu hakka bir kamu otoritesinin müdahalesinin ancak, ulusal güvenlik, kamu emniyeti, ülkenin ekonomik refahı, dirlik ve düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için, demokratik bir toplumda gerekli olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla söz konusu olabileceği belirtilmiştir.

    Ülkemizde 1412 sayılı CYUY’nın yürürlükte olduğu 1999 öncesi dönemde iletişimin denetlenmesi konusunda herhangi bir düzenleyici kural öngörülmemiştir. Uygulamada CYUY’nın 91. maddesinde yer alan, sanığa gönderilen mektuplar ve sair mersulenin zapt edilebileceğine ilişkin kuralın kıyasen uygulanması suretiyle haberleşmeler denetlenmiş ise de bu tür kanıt derlemeleri özellikle öğretide yoğun eleştirilere konu edilmiştir.

    İletişimin denetlenmesine ilişkin ilk yasal düzenleme, 01.08.1999 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4422 sayılı Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Yasasında yer almıştır. Bu Yasanın 2. maddesinde; 4422 sayılı Yasada katalog halinde sınırlı olarak sayılan suçların soruşturmasında, başkaca kanıt elde etme olanağı bulunmayan hallerde hakim kararıyla iletişimin dinlenmesi ve tespiti olanaklı hale gelmiştir. Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde C. Savcısı da bu tedbire başvurabilecek ancak, 24 saat içerisinde hakimden bu konuda karar almak zorunda kalacaktır. Görüldüğü gibi bu düzenleme ancak sınırlı suçlarla ilgili ve sınırlı hallerde iletişimin dinlenmesi ve tespitine olanak tanımaktadır. Bu sınırların dışına çıkılarak iletişimin dinlenmesi ve tespiti halinde elde edilen bilgiler yasa dışı elde edilmiş kanıt niteliğinde olacaktır.

    İletişimin denetlenmesine ilişkin son düzenleme ise 5271 sayılı Ceza Yargılaması Yasasında yapılmış, 5320 sayılı Yasanın 18. maddesi ile de 4422 sayılı Yasa yürürlükten kaldırılmıştır.

    5271 sayılı CYY’nın Koruma Tedbirleri başlıklı dördüncü kısmının 135 ila 138. maddelerini kapsayan beşinci bölümünde “Telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi” koruma tedbiri düzenlenmiş olup, anılan Yasanın 135. maddesi;

    “ ( 1 )Bir suç dolayısıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmada, suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının bulunmaması durumunda, hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısının kararıyla şüpheli veya sanığın telekomünikasyon yoluyla iletişimi tespit edilebilir, dinlenebilir, kayda alınabilir ve sinyal bilgileri değerlendirilebilir. Cumhuriyet savcısı kararını derhâl hâkimin onayına sunar ve hâkim, kararını en geç yirmidört saat içinde verir. Sürenin dolması veya hâkim tarafından aksine karar verilmesi halinde tedbir Cumhuriyet savcısı tarafından derhâl kaldırılır.

    ( 2 )Şüpheli veya sanığın tanıklıktan çekinebilecek kişilerle arasındaki iletişimi kayda alınamaz. Kayda alma gerçekleştikten sonra bu durumun anlaşılması hâlinde, alınan kayıtlar derhâl yok edilir.

    ( 3 )Birinci fıkra hükmüne göre verilen kararda, yüklenen suçun türü, hakkında tedbir uygulanacak kişinin kimliği, iletişim aracının türü, telefon numarası veya iletişim bağlantısını tespite imkân veren kodu, tedbirin türü, kapsamı ve süresi belirtilir. Tedbir kararı en çok üç ay için verilebilir; bu süre, bir defa daha uzatılabilir. Ancak, örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili olarak gerekli görülmesi halinde, hâkim bir aydan fazla olmamak üzere sürenin müteaddit defalar uzatılmasına karar verebilir.

    ( 4 )Şüpheli veya sanığın yakalanabilmesi için, ( … )mobil telefonun yeri, hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısının kararına istinaden tespit edilebilir. Bu hususa ilişkin olarak verilen kararda, ( … )mobil telefon numarası ve tespit işleminin süresi belirtilir. Tespit işlemi en çok üç ay için yapılabilir; bu süre, bir defa daha uzatılabilir.

    ( 5 )Bu madde hükümlerine göre alınan karar ve yapılan işlemler, tedbir süresince gizli tutulur.

    ( 6 )Bu madde kapsamında dinleme, kayda alma ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesine ilişkin hükümler ancak aşağıda sayılan suçlarla ilgili olarak uygulanabilir:

    a )Türk Ceza Kanununda yer alan;

    1. Göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti ( madde 79, 80 ),

    2. Kasten öldürme ( madde 81, 82, 83 ),

    3. İşkence ( madde 94, 95 ),

    4. Cinsel saldırı ( birinci fıkra hariç, madde 102 ),

    5. Çocukların cinsel istismarı ( madde 103 ),

    6. Uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti ( madde 188 ),

    7. Parada sahtecilik ( madde 197 ),

    8. Suç işlemek amacıyla örgüt kurma ( iki, yedi ve sekizinci fıkralar hariç, madde 220 ),

    9. Fuhuş ( madde 227, fıkra 3 )

    10. İhaleye fesat karıştırma ( madde 235 ),

    11. Rüşvet ( madde 252 ),

    12. Suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama ( madde 282 ),

    13. Silahlı örgüt ( madde 314 )veya bu örgütlere silah sağlama ( madde 315 ),

    14. Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk ( madde 328, 329, 330, 331, 333, 334, 335, 336, 337 )suçları.

    b )Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanunda tanımlanan silah kaçakçılığı ( madde 12 )suçları.

    c )Bankalar Kanununun 22 nci maddesinin ( 3 )ve ( 4 )numaralı fıkralarında tanımlanan zimmet suçu,

    d )Kaçakçılıkla Mücadele Kanununda tanımlanan ve hapis cezasını gerektiren suçlar.

    e )Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 68 ve 74 üncü maddelerinde tanımlanan suçlar.

    ( 7 )Bu maddede belirlenen esas ve usuller dışında hiç kimse, bir başkasının telekomünikasyon yoluyla iletişimini dinleyemez ve kayda alamaz” hükmünü taşımaktadır.

    135. maddenin birinci fıkrasında telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınmasının şartları ve usulü düzenlenmiş, ikinci fıkrada şüphelinin tanıklıktan çekinebilecek kişilerle arasındaki iletişimin kayda alınamayacağı hükme bağlanmış, üçüncü fıkrasında telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması hususunda verilecek kararın içeriğine ve uygulama süresine ilişkin düzenleme yapılmış, dördüncü fıkrasında, şüpheli veya sanığa ulaşılabilmesini sağlayabilecek olan diğer kişilerin mobil telefonunun yerinin tespiti imkanı getirilmiş, beşinci fıkrada bu madde hükümlerine göre alınan hakim veya Cumhuriyet savcısı kararının gizliliği hususunda hükme yer verilmiş, altıncı fıkrasında telekomünikasyon yoluyla iletişimin dinlenmesi, kayda alınması ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesine ancak fıkrada sayılan katalog suçlarla sınırlı olarak başvurulabileceği hüküm altına alınmış, yedinci fıkrada ise, maddede belirlenen esas ve usuller dışında hiç kimsenin, bir başkasının telekomünikasyon yoluyla iletişimini dinleyemeyeceği ve kayda alamayacağı hükmü getirilmiştir.

    14.02.2007 gün ve 26434 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren Ceza Muhakemesi Kanununda Öngörülen Telekomünikasyon Yoluyla Yapılan İletişimin Denetlenmesi, Gizli Soruşturmacı ve Teknik Araçlarla İzleme Tedbirlerinin Uygulanmasına İlişkin Yönetmeliğin tanımlar başlıklı 4. maddesinin ( e )bendinde; iletişimin dinlenmesi ve kayda alınmasının, telekomünikasyon yoluyla gerçekleştirilmekte olan konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması ile diğer her türlü iletişimin uygun teknik araçlarla dinlenmesi ve kayda alınmasına yönelik işlemleri, ( f )bendinde iletişimin tespitinin, iletişimin içeriğine müdahale etmeden, iletişim araçlarının diğer iletişim araçlarıyla kurduğu iletişime ilişkin arama, aranma, yer bilgisi ve kimlik bilgilerinin tespit edilmesine yönelik işlemleri, ( h )bendinde, sinyal bilgisinin, bir şebekede haberleşmenin iletimi veya faturalama amacıyla işlenen her türlü veriyi, ( ı )bendinde ise sinyal bilgilerinin değerlendirilmesinin, iletişimin içeriğine müdahale niteliğinde olmayıp yetkili makamdan alınan karar kapsamında sinyal bilgilerinin iletişim sistemleri üzerinde bıraktığı izlerin tespit edilerek, bunlardan anlamlandırılan sonuçlar çıkarmak üzere gerçekleştirilen değerlendirme işlemlerini ifade ettiği belirtilmiştir.

    5271 sayılı CYY’nın 135. maddesinin birinci fıkrası uyarınca iletişimin tespiti, dinlenmesi, kayda alınması ve sinyal bilgilerinin değerlendirilebilmesi koruma tedbirine başvurulabilmesi için gerekli olan ortak koşullar, suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin bulunması, başka suretle delil elde etmenin mümkün olmaması ve bu tedbirlerin ancak hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılan şüpheli ve sanık hakkında uygulanabilmesidir. Ayrıca, iletişim tespitinden ayrı olarak dinleme, kayda alma ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesi tedbirleri ancak, anılan maddenin 6. fıkrasında sayılan katalog suçlarla ilgili olarak uygulanabilir. Altıncı fıkrada iletişimin tespiti kavramına yer verilmediği için bu tedbir yönünden herhangi bir suç sınırlaması yoktur, bir başka anlatımla iletişimin tespitine her suç yönünden başvurma olanağı vardır.

    5271 sayılı CYY’nın 135. maddesinde açıkça şüpheli ve sanıktan bahsedildiğinden, dördüncü fıkrada belirtilen mobil telefonun yerinin tespiti dışında maddede düzenlenen tedbirlerin üçüncü kişiler yönünden uygulanması olanaklı değildir.

    Bu hususla ilgili olarak öğretide, “Şüpheli ve sanık kavramları CMK’nun 2. maddesinde tanımlanmış olup, sözkonusu tedbirin şüpheli ve sanık sıfatını taşımayan üçüncü kişiler hakkında uygulanması hukuka uygun değildir.” ( Prof. Dr. Ersan Şen, Türk Hukuku’nda Telefon Dinleme, Gizli Soruşturmacı, X Muhbir, 5. Baskı, sf. 91 ), “iletişimin denetlenmesi tedbirinin temelde sanık ve şüpheliye yönelik olarak uygulanacağı mevcut düzenlemeden anlaşılmaktadır” ( Dr. Mehmet Murat Yardımcı, Amerika Birleşik Devletleri Hukuku, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihatları ve Türk Hukukunda İletişimin Denetlenmesi, sf. 204 )şeklinde görüşler mevcuttur.

    Bu bilgiler ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

    İletişimin tespiti, dinlenmesi, kayda alınması ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesi tedbirlerine ilişkin olarak Ceza Muhakemesi Kanununda Öngörülen Telekomünikasyon Yoluyla Yapılan İletişimin Denetlenmesi, Gizli Soruşturmacı ve Teknik Araçlarla İzleme Tedbirlerinin Uygulanmasına İlişkin Yönetmelikte yer alan tanımlar birlikte değerlendirildiğinde, günün belli bir zaman diliminde baz istasyonundan görüşme yapan tüm abonelere ait açık adres ve kimlik bilgilerini kapsayacak şekilde arayan ve aranan dökümlerine ilişkin bilgilerin iletişimin tespiti işlemi olduğu anlaşılmaktadır.

    İletişimin tespiti tedbirinin uygulanabilmesi yönünden dinleme, kayda alma ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesi tedbirlerinde olduğu gibi katalog suç sınırlaması bulunmayıp, tüm suçlar yönünden bu tedbire başvurma olanağı bulunduğundan, somut olayda olduğu gibi işlendiği iddia olunan hırsızlık suçu yönünden iletişimin tespiti kararı verilmesi olanaklı ise de; hakkında tedbir kararı verilen kişiler yönünden tedbir kararının isabetli olup olmadığının belirlenmesi gerekmektedir.

    5271 sayılı CYY’nın 135. maddesinin birinci fıkrasının açık düzenlemesinden de anlaşılacağı üzere iletişimin dinlenmesi, kayda alınması ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesinde olduğu gibi iletişim tespiti de ancak, şüpheli ve sanık hakkında uygulanabilir. Anılan Yasanın “Tanımlar” başlıklı 2. maddesinin ( a )bendinde şüpheli; “Soruşturma evresinde, suç şüphesi altında bulunan kişiyi”, ( b )bendinde ise sanık; “Kovuşturmanın başlamasından itibaren hükmün kesinleşmesine kadar, suç şüphesi altında bulunan kişiyi” ifade eder şeklinde tanımlanmıştır.

    Somut olayda haklarında iletişimin tespiti tedbiri talep edilen kişiler, baz istasyonundan hizmet alan üçüncü kişiler olup, 5271 sayılı CYY’nın 2. maddesi anlamında şüpheli veya sanık sıfatına sahip olmadıklarından haklarında iletişimin tespiti tedbirine başvurulması olanağı yoktur. Dolayısıyla tedbir kararı veren yerel mahkeme, bu karara karşı yapılan itirazı reddeden mercii ile mercii kararına karşı yapılan yasa yararına bozma istemini reddeden Özel Daire kararlarında isabet bulunmamaktadır.

    Bu itibarla; haklı nedene dayanan itirazın kabulü ile Özel Daire red kararının kaldırılmasına ve yasa yararına bozma istemi doğrultusunda, İstanbul 5. Asliye Ceza Mahkemesinin 22.12.2008 gün ve 2008/146 değişik iş sayılı itirazın reddi kararının 5271 sayılı CYY’nın 309. maddesi uyarınca yasa yararına bozulmasına karar verilmelidir.

    İtirazın kabulü yönünde oy kullanan Genel Kurul Üyesi Vuslat Dirim; “10.11.2005 gün ve 25984 sayılı RG.’de yayımlanan Yönetmeliğe göre;

    Sinyal Bilgisi : Bir şebekede haberleşmenin iletişimi veya faturalama amacıyla işlenen her türlü veriyi, ifade eder.

    14.02.2007 gün ve 26434 sayılı RG.’de yayımlanan Yönetmeliğe göre de;

    Sinyal Bilgilerinin Değerlendirilmesi: İletişimin içeriğine müdahale niteliğinde olmayıp yetkili makamdan alınan karar kapsamında sinyal bilgilerinin iletişim sistemi üzerinde bıraktığı izlerin tespit edilerek, bunlardan anlamlandırılan sonuçlar çıkarmak üzere gerçekleştirilen değerlendirme işlemlerini, ifade eder.

    Belli bir zaman diliminde, belli bir yerde yapılan tüm görüşmelere ilişkin detayların temin ( Türkcell, Vodafone ve Avea’dan belli zaman diliminde ve belli bir yerde yapılan tüm görüşmelere ait tüm arama – aranma saati ve sürelerine ilişkin bilgiler ile arayan – aranan abonelerin tümünün kimlik ve adres bilgileri … )edilip, görüşme yapanlar arasında – hırsızlıktan – sabıkalı var mı irtibatta bulundukları kişiler kimler vb diye eleme yapma ve bu kişiler üzerinde araştırmayı yoğunlaştırma işlemi, iletişimin tespiti değil, tipik bir sinyal bilgilerinin değerlendirilmesi işlemidir.

    İletişimin ( veya mobil telefonun yerinin )tespitinde, somut telefon numarası ya da numaraları söz konusu iken sinyal bilgilerinin değerlendirilmesinde, somut bir telefon numarası yoktur.

    Soruşturulan suç hırsızlık suçu olup, 5271 sayılı C.M.K.’nun 135 ( 6 ). maddesinde sayılan katalog suçlardan değildir, hâkim kararıyla bile olsa sinyal bilgilerinin değerlendirilmesine karar verilemez.

 

 

  • DELİL TESPİTİ GİDERLERİ YARGILAMA GİDERİDİR, DAVA DEĞERİNE DAHİL EDİLEMEYECEĞİ GİBİ FAİZDE YÜRÜTÜLEMEZ.
  • T.C
    YARGITAY
    15. HUKUK DAİRESİ
    ESAS NO:2018/3053 
    KARAR NO:2018/3275 
    KARAR TARİHİ:25/09/2018
  • Yukarıda tarih ve numarası yazılı hükmün temyizen tetkiki davalı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla dosyadaki kağıtlar okundu gereği konuşulup düşünüldü:

    KARAR
    Dava araç tamirinden kaynaklanan zararın tahsili istemiyle açılmış olup mahkemece ıslah dilekçesi gözetilerek davanın kısmen kabulüne dair verilen hüküm, davalı vekilince temyiz olunmuştur.

    1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.

    2-Delil tespiti dosyası, asıl dava dosyasının eki sayılır ve onunla birleştirilir (HMK 405/1). Bu sebeple dava ile ilgili olan delil tespiti dosyası sebebiyle yapılan ve HMK'nın 323. maddesinde sayılan giderler de yargılama giderine dahildir. Delil tespiti giderleri yargılama gideri olduğundan dava değerine dahil edilemez. Bu sebeple dava açılarak istenmesine gerek olmadığı gibi buna rağmen istenmesi halinde de asıl alacak olarak hükmedilemez. Bu genel kurallara göre mahkemece davacının yaptığı delil tespitigiderlerinin yargılama giderlerinden sayılması ile HMK'nın 323. maddesi gereğince tarafların haklılığı oranında paylaştırılarak sonuca göre karar verilmesi gerekirken yazılı şekildeki hüküm tesisi doğru olmadığı gibi alacağın ıslah edilen kısmına ıslah tarihinden itibaren faiz yürütülmesi gerekirken tamamına dava tarihinden itibaren faiz uygulanması da hatalıdır. Kararın bu nedenlerle bozulması gerekir ise de; yapılan yanlışlığın giderilmesi yeniden yargılamayı gerektirmediğinden 6100 sayılı HMK'nın geçici 3. maddesinin yollamasıyla uygulanması gereken mülga 1086 sayılı HUMK'nın 438/VII. maddesi uyarınca kararın düzeltilerek onanması gerekmiştir.SONUÇ: Yukarıda 1. bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, 2. bentte açıklanan nedenlerle mahkeme kararının hüküm kısmının 1. bendindeki cümlenin çıkartılarak yerine "Davanın ıslah dilekçesi gözetilerek kısmen kabülüne, 46.500,00 TL'nin 32.500,00 TL'sinin dava, 14.000,00 TL'sinin ıslah tarihi olan 02/12/2015 tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine" cümlesinin yazılmasına, yine hüküm ksımının 3 nolu bendinin sonuna gelmek kaydıyla "934,50 TL tespit giderinin kabul edilen kısma göre 877,86 TL'sinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine, kalanının davacı üzerinde bırakılmasına" cümlesinin eklenmesine, kararın değiştirilmiş bu şekliyle DÜZELTİLEREK ONANMASINA, ödediği temyiz peşin harcının istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine, karara karşı tebliğ tarihinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme isteminde bulunulabileceğine 19.09.2018 gününde oy birliğiyle karar verildi.
  •  
  •  
  • AVUKATA VERİLEN SÜRELİ VEKALETNAMEDEKİ SÜRE DOLDUĞUNDA MÜVEKKİLİN YENİ VEKALETNAME VERMEMESİ HALİNDE AVUKATIN, AVUKATLIK ÜCRETİNİ HANGİ ESASLARA GÖRE TALEP EDECEĞİ.
  • T.C
    YARGITAY
    13. HUKUK DAİRESİ
    ESAS NO: 2016/5116
    KARAR NO: 2017/3678
    KARAR TARİHİ: 23.3.2017
  • Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne kısmen reddine yönelik olarak verilen hükmün davalı avukatınca duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine ilgililere çağrı kağıdı gönderilmişti. Belli günde davalı&S230; Konut Yapı Koop. vekili avukat &S230; ile davacı vekili avukat Levent Baybutoğlu'nun gelmeleriyle duruşmaya başlanılmış ve hazır bulunan avukatların sözlü açıklamaları dinlenildikten sonra karar için başka güne bırakılmıştı. Bu kez temyiz dilekçesinin süresinde olduğu saptanarak dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

    KARAR 

    Davacı, davalı kooperatif ile arasında 01/08/2009 başlangıç tarihli "hukuki danışmanlık sözleşmesi"nin imzalandığını, bu sözleşmede kooperatifin tüm dava ve icra takiplerininde takip edileceğiin ve ayrı ücrete tabi olduğunun kararlaştırıldığını, bu şekilde 70 adet dava dosyası ve 7 adet icra takibinde davalı kooperatifi vekil sıfatıyla temsil ettiğini, mali yönden çıkmaza girmiş olan kooperatifin, kendisinin çalışmaları ve üstlendiği işleri kooperatif lehine sonuçlandırmasıyla düzlüğe çıktığını, buna rağmen, &S230; 31. Noterliği'nin 12/07/2012 tarihli azilnamesi azledildiğini, ihtara rağmen ücret alacaklarının ödenmediğini, alacağının tahsili için takibe geçtiğini, bu takipte davalı kooperatif tarafından fazladan ödenen KDV yide mahsup ettiğini ileri sürerek haksız itirazın iptaline, takibin 82.576,00 TL asıl alacak miktarı ve 590,00 TL işlemiş faiz üzerinden devamına, % 40 oranında icra inkar tazminatına karar verilmesini istemiştir.

    Davalı, aralarında bulunan danışmanlık sözleşmesinin süreli olduğunu, sözleşmeyi yeni dönemde yenilemeyeceklerini bildirerek o aya dair ücretin peşin yatırıldığını, bu hukuki ilişkinin yenilememe sebebiyle sona erdiğini ancak mahkeme aksi kanaatte ise davacı avukatın elindeki bilgi ve belgeleri raporlarıyla birlikte teslim etmemesi ve davaları layıkıyla takip etmemesi sebebiyle onu azletmek zorunda kaldıklarını, azlin haklı olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.

    Mahkemece, bilirkişi raporu esas alınarak davanın kısmen kabulüyle takibin devamına ve icra inkar tazminatına karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.

    1-)Dava hukuki danışmanlık sözleşmesinden kaynaklanan alacak davasıdır. Davalı tarafından davacıya verilen vekaletnamelerin süreli vekalet olduğu ve süre dolunca vekalet ilişkisinin sona ereceği taraflarca bilinmektedir. Avukat olarak verilen vekaletin süresi dolunca vekalet ilişkisinin yenilenmeme ihtimali olduğunu bilen davacı da süreli vekaletname alarak davalının vekilliğini üstlenip, onun adına dava takip etmiştir. Her ne kadar mahkemece bilirkişi raporuna itibar edilerek ücret alacağı haksız azil hükümlerine göre çözümlenmişse de, davalı tarafından gönderilen azil işlemi, bu işlemden sadece 14 gün önce gönderilen "sözleşmenin yenilenmemesi" yazısı ile ilgilidir. 

    Somut olayda 29.12.2012 tarihindeki sözleşmenin yeni dönemde yenilenmeyeceğine yönelik yazı ile bilgi ve belgelerin avukatça teslim edilmesi üzerine yapıldığı iddia edilen 12.07.2012 tarihli azil birlikte değerlendirildiğinde hukuki ilişkinin sona erme sebebinin ve ücret alacağının kaynağının sözleşmenin yenilenmemesi olduğu açıktır. 

    Mahkemece bilirkişi raporuna itibar edilerek azil işleminin öne çıkartılması hatalı olmuştur. O halde vekaletnamede öngörülen süre dolduktan sonra davalının yeni vekalet vermemiş olması, haksız azil sayılamayacağı gibi, Avukatlık Kanununun 164. maddesi anlamında haksız azilin sonuçlarını doğuran bir fesih değildir. Olayda bu sebeple Avukatlık Kanununun 164. maddesi hükmünün uygulanması düşünülemez. Ancak yenilememenin haksız olmaması davacının hiçbir ücret isteyemeyeceği anlamına da gelmez. Öyle olunca davacının, vekaletnamenin süresinin sona erdiği tarih itibariyle, sarf ettiği emek ve mesaisi karşılığında ücret istemeye hakkı vardır. Bu durumda mahkemece, davacının sarfettiği emek ve mesaisi nazara alınarak hak ve nesafet kurallarına göre, davacının uygun bir miktarı ücret olarak isteyebileceğini kabul etmeli ve sonucuna göre hüküm tesis etmelidir. Aksi düşünce ile ve bilirkişi raporuna itibar edilerek, yazılı şekilde tarifeye göre hesaplanan ücretin tamamına hükmedilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

    2-)Bozma nedenine göre davalının sair temyiz itirazlarının incelenmesine bu aşamada gerek görülmemiştir.

    SONUÇ : Yukarıda birinci bentte açıklanan sebeplerle hükmün davalı yararına BOZULMASINA, ikinci bentte açıklanan sebeplerle davalının sair temyiz itirazlarının incelenmesine bu aşamada yer olmadığına, 1480,00 TL duruşma avukatlık parasının davacıdan alınarak davalıya ödenmesine, peşin alınan 1.304,00 TL harcın istenmesi halinde iadesine, HUMK'nun 440/1 maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 23/03/2017 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

 

 

  • İHTARNAMEDE AÇIK VE KESİN OLARAK BELİRTİLEN BEYANLARIN BAĞLAYICI OLDUĞU
  • T.C
    YARGITAY
    9. HUKUK DAİRESİ
    ESAS NO: 2015/24623
    KARAR NO: 2018/8335
    KARAR TARİHİ: 10.04.2018
  • ÖZETİ :Davacı tarafça fesih tarihinden sonra noterden keşide edilen dosya içeriğindeki 02.09.2013 tarihli ihtarnamenin, “talep konusu” kısmında “… kullandırılmayan son 5 yıllık izin ücretlerimin ödenmesi talepli ihtarım dır.” şeklinde açıklama yapıldıktan sonra içeriğinde de “… 20 yıllık çalışmamın karşılığını oluşturan kıdem tazminatı ve son 5 yıllık izin ücretim tarafıma ödenmemiştir. … Muhatap Şirket 5 yıllık ücretli izin hakkımı kullandırmadığı gibi ücretini de ödememiştir. … ve 5 yıllık ücretli izin alacağımın tarafıma ödenmesi aksi halde haklarımın tespiti için yargıya başvuracağımı tarafınıza ihtar ederim.” yönünde beyanlar ile talepte bulunmuştur. Davacının açık ve kesin bu beyanları kendisini bağlar.


    DAVA: Taraflar arasında görülen davanın yapılan yargılaması sonunda; ilamda yazılı nedenlerle gerçekleşen miktarın faiziyle birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine ilişkin hükmün süresi içinde temyizen incelenmesi taraflar avukatlarınca istenilmesi davalı avukatınca duruşma talep edilmesi üzerine dosya incelenerek işin duruşmaya tabi olduğu anlaşılmış ve duruşma için 10/04/2018 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı kağıdı gönderilmişti. Duruşma günü davalı adına Avukat Humral Tan ile karşı taraf adına Avukat Onur Demirkol geldiler. Duruşmaya başlanarak hazır bulunan avukatların sözlü açıklamaları dinlendikten sonra duruşmaya son verilerek 


    Davacı vekili, müvekkilinin 15/05/1993-14/08/2013 tarihleri arasında davalıya ait iş yerinde çalıştığını, iş akdinin haksız olarak fesih edildiğini, iş yerinde satış ve pazarlama elemanı olarak çalıştığını, davacıya ihbar öneli kullandırılarak iş akdinin sonlandırıldığını, son aldığı aylık ücretin net 2.500,00 TL. olduğunu, resmi kayıtlarda düşük ücret gösterildiğini, iş yerinde 20 yıla yakın çalışmasının olduğunu, kendisine kıdem tazminatı ödenmediğini, yıllık izin alacaklarının ödenmediğini, davalı şirkette maaş + satış primi ile çalıştığını, ayda yaklaşık 3.000,00 TL. prim alacağının oluştuğunu, 2010 yılı Ocak ayından bu yana prim alacaklarının
    ödenmediğini iddia ederek kıdem tazminatı, prim ve yıllık ücretli izin alacaklarının tahsilini talep etmiştir.


    Davalı vekili, davacının daha önceden 16-07-2013 tarihinde Bakırköy 25. İş Mahkemesi’nde açtığı davada en son aldığı ücretin net 2.000,00-TL olduğunu beyan ettiğini, oysa ki bu davada 2.500,00-TL'ye yükselttiğini, o davada iş sözleşmesinin
    haksız olarak fesih edildiğini ve işe iadesini talep ettiğini, davacının aylık ücretinin net 2.000.-TL olduğunu, davalının bildirim şartına uyduğunu, kıdem tazminatının tahakkuk ettirildiğini, ancak davacının şirkete olan borcundan dolayı kendisine ödeme yapılmadığını, bu hususun noterden çekilen ihtarname ile davacıya bildirildiğini, davacının ihtarnameye verdiği cevap ile bu borcunu inkar ettiğini, bu hususun banka kayıtları ile ispat edileceğini ve prim alacağı diye bir alacağının olmadığını savunarak davanın reddini talep etmiştir.


    Mahkeme, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanarak tanık anlatımlarından işyeri devrinin söz konusu olduğu, bu nedenle davacının 15/05/1993-14/08/2013 tarihleri arasında çalıştığı, en son net 2.000,00-TL aylık aldığı, davalı işverence iş akdinin ihbar önelleri kullandırılarak feshedildiğinden kıdem tazminatı talebinin haklı olduğu, işveren tarafından Garanti Bankası Avcılar
    şubesine her ay düzenli olarak davacının kredi taksidinin yatırıldığından davacının bu borcunun kıdem tazminatı tutarından fazla olması nedeniyle kıdem tazminatı ödemesi yapılmadığı savunulduğundan hesaplanan kıdem tazminatı tutarından bu miktarın mahsup edildiği, imzalı izin belgelerine göre davacının 32 gün yıllık izin kullandığı, izin konusundaki yeminli beyanı dikkate alındığında yıllık izin miktarından taktiren 1/2 hakkaniyet indirimi yapıldığı, primlerin ödendiğinin işverence kanıtlanmadığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.


    Kararı taraflar temyiz etmiştir.


    GEREKÇE

    1-Yıllık ücretli izin alacağı takdiri indirime tabi bir alacak kalemi olmadığından, bu alacağa indirim uygulanması hatalı ise de; bu noktadan davacı temyizi bulunmadığından bozma sebebi yapılmamıştır. 

    2-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davacının tüm davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

    3-Davacının hak kazandığı yıllık ücretli izin süresi açıklığa kavuşturulması gereklidir.

    Mahkemece davalı iş yerinde 15/05/1993-14/08/2013 tarihleri arasında çalışan davacı işçinin yıllık ücretli izni, kıdemine göre belirlenip kullandığı ispatlanan 32 gün izin süresinin mahsubu ile bu konudaki davacının yeminli beyanına da dikkate alınarak ½ oranında indirim uygulanmak suretiyle hüküm altına alınmıştır.

    Davacı tarafça fesih tarihinden sonra noterden keşide edilen dosya içeriğindeki 02.09.2013 tarihli ihtarnamenin, “talep konusu” kısmında “… kullandırılmayan son 5 yıllık izin ücretlerimin ödenmesi talepli ihtarımdır.” şeklinde açıklama yapıldıktan sonra içeriğinde de “… 20 yıllık çalışmamın karşılığını oluşturan kıdem tazminatı ve son 5 yıllık izin ücretim tarafıma ödenmemiştir. … Muhatap Şirket 5 yıllık ücretli izin hakkımı kullandırmadığı gibi ücretini de ödememiştir. … ve 5 yıllık ücretli izin alacağımın tarafıma ödenmesi aksi halde haklarımın tespiti için yargıya başvuracağımı tarafınıza ihtar ederim.” yönünde beyanlar ile talepte bulunmuştur. Davacının açık ve kesin bu beyanları kendisini bağlar.

    Bu durumda Mahkemece yapılacak iş, davacının yıllık ücretli izin talebinin son 5 yıllık çalışmasına hasren değerlendirilip hüküm altına alınmasından ibarettir.

    4-Taraflar arasında prim alacağı da uyuşmazlık konusudur. Mahkemece, davacının 129.000,00 TL. net prim alacağı olduğu hüküm altına alınmıştır.

    Davacı tarafça noterden keşide edilen ve yukarıda bahsedilen 02.09.2013 tarihli ihtarnamede, “… Muhatap Şirket 2010 yılından bu yana prim ödemelerini aksatmaktadır. Muhatap Şirketten 40.000 TL. prim alacağım olmasına rağmen bugüne kadar ödememiştir. … Bakiye 40.000 TL. prim alacağımı, … tarafıma ödenmesi aksi halde haklarımın tespiti ve tahsili için yargıya başvuracağımı tarafına ihtar ederim.” yönünde açıklamalar yaparak talepte bulunmuştur. Davacının bakiye prim alacağının 40.000 TL. olduğuna ilişkin bu beyanı kendisini bağlar. Prim alacağının buna göre hüküm altına alınması gerekirken yazılı şekilde daha yüksek miktarda hüküm altına alınması hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir.


    SONUÇ:Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA, davalı yararına takdir edilen 1.630.00 TL. duruşma avukatlık parasının karşı tarafa yükletilmesine, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 10/04/2018 gününde oy birliğiyle karar verildi. 
  • ALACAK DAVASI,
  • TEREKENİN BORCA BATIK OLDUĞUNUN HANGİ DELİLLERLE İSPATLANACAĞI,
  • TARAFLARCA GETİRİLME VE TALEPLE BAĞLILIK İLKELERİ

YARGITAY Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/3-438 
KARAR NO : 2018/770

Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Ankara 7. Tüketici Mahkemesi’nin davanın reddine dair verilen 26.02.2013 gün ve 2009/825 E.-2013/355 K. sayılı karar davacı vekili tarafından temyiz edilmekle, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi’nin 04.12.2013 gün ve 2013/14014 E., 2013/17190 K. sayılı kararı ile; 

(“…Davacı vekili dilekçesinde; B&S230; sitesi 11.Cad. No:47/5 Yenimahalle/Ankara adresinde bulunan davalı aboneye ait doğalgaz sayacının 26.02.2003 tarihli tutanak ile başka bir adreste takılı olduğunun tespit edildiğini ve sayacın söküldüğünü, söz konusu tespit üzerine kaçak gazın kullanıldığı adreste oturan Ş&S230; hakkında yapılan ceza yargılaması sırasında davalı F&S230;'ın kaçak gaz bağlantısını kendisinin yaptığını beyan etmesi karşısında Ş&S230;'ın beraatine karar verilmiş, davalı hakkında suç duyurusunda bulunulmasına karar verildiğini belirterek, kaçak gaz kullanımı sabit olan davalıya söz konusu tüketim nedeniyle tahakkuk edilen 29.084,13 TL'nin haksız fiil tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı mirasçıları vekili savunmasında, müteveffa F&S230;'ın ölüm tarihinde terekenin borca batık olduğunun herkesçe bilindiğini ve bu durumun aşikar olduğunu, TMK'nun 605.maddesi gereğince itiraz yolu ile terekenin borca batık olduğunu bildirdiklerini, davalının hiç bir mal varlığının bulunmadığının belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, davalı F&S230;'ın ölüm tarihi itibariyle terekenin borca batık olduğu, TMK 605/2 madde hüküm uyarınca murisin aczinin açıkça belli olduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 605.maddesi "B.Ret; I.Ret beyanı; l.Ret hakkı" başlığı ile düzenlenmiştir.

Birinci fıkrası "Yasal ve atanmış mirasçılar mirası reddedebilirler, hükmünü ermektedir. Kayıtsız, şartsız red (hakiki red) olup, bu davada uygulama dışındadır.

İkinci fıkrası "Ölümü halinde mirasbırakanın ödemeden aczi açıkça belli veya resmen tespit edilmiş ise, miras reddedilmiş sayılır." hükmünü amirdir. Bu hüküm bir karinedir. Konumuzu veyadan önceki cümle ilgilendirmektedir. Türk Kanunu Medenisinin 545.maddesinin sadeleştirilmiş şekli aynen kaleme alınmıştır.

Bir çok yargı kararlarında ve ilmi görüşlerde bu red, hükmi red olarak isimlendirilmektedir. Türk Medeni Kanunu, "hakiki redde" süre ile kayıtlı ve mirasçıların tek taraflı irade açıklamasını öngördüğü halde, söz konusu "hükmi reddin" sonuç doğurması için herhangi bir irade açıklaması, ya da dava yolu öngörmemiştir. Öyle ki; reddin kendiliğinden oluştuğu kabul edilip, mirasın açılması ile kendiliğinden mirasçılara intikal edeceği (TMK.m.599) yönündeki kurala bir istisna getirilmiştir. Eğer mirasçı olabilecek kişi sarih irade beyanıyla, ya da Türk Medeni Kanunu'nun 610.maddesinin ikinci cümlesinde açıklanan davranışlarla mirası kabul etmiş ise, zaten yapılabilecek bir işlem kalmamıştır.

Mirası hükmen red etmiş sayılan kişi, tereke alacaklıları aleyhine husumet yönelterek bu dununun tespitini isteyebileceği gibi, bunu defi yolu ile de ileri sürebilir.

Somut olayda, mirasçılar defi yolunu tercih etmişlerdir. Açılan bu mirasbırakanın ödemeden aczinin açıkça belli olduğunu dile getirmişlerdir. İşte bu halde mirasın reddedilmiş olduğunun kabulü gerekir." (HGK.nun 16.04.2008 tarih 2008/332-436 E.K.sayılı kararı)

Somut olayda; mahkemece, her ne kadar davacı vekilinin talebi doğrultusunda, davalının malvarlığına ilişkin ve terekenin borca batık olup olmadığı hususları bir takım yerlerden (banka, tapu vs.) sorulmuş ise de, yapılan araştırma hüküm kurmaya yeterli değildir. Mahkemece, davalının ölüm tarihinde terekenin horca batık olup olmadığı ödemeden aczi ve malvarlığına ilişkin olarak, davalının ikamet ettiği ve nüfusa kayıtlı olduğu yerlerden de kapsamlı ve objektif bir şekilde (tapu sicil müdürlüklerinden, vergi dairelerinden, bankalardan, SGK (bağkur, SSK, emekli sandığı maaşlarının bulunup bulunmadığı), zabıta araştırması vs. yerlerden) araştırma yapılarak, hasıl olacak sonuç dairesinde, bir hüküm tesis edilmesi gerekirken, eksik inceleme ve soruşturma ile yazılı şekilde hüküm tesis edilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.

Bozma nedenine göre, davacı vekilinin dava konusu alacağın hesaplanması hususundaki temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir…)

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davacı Başkent Doğalgaz Dağıtım A.Ş. vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, doğalgaz abonesinin usulsüz kullanımı nedeni ile davacı kurumca tahakkuk ettirilen bedelin tahsili istemine ilişkindir.


Davacı vekili, abonenin doğalgaz sayacının takılı olması gereken adresten farklı bir adreste takılı olduğunun tespit edildiğini, kaçak gazın kullanıldığı adreste oturan kişi hakkında yapılan ceza yargılaması sırasında davalı F&S230;’ın kaçak gaz bağlantısını kendisinin yaptığını beyan ettiğini belirterek, söz konusu tüketim nedeni ile tahakkuk ettirilen 29.084,13 TL’ nin haksız fiil tarihinden işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Yargılama sırasında vefat eden davalı F&S230; mirasçıları vekili, ölüm tarihinde terekenin borca batık olduğunun herkes tarafından bilindiğini ve bu durumun aşikâr olduğunu, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK ) 605. maddesi gereğince itiraz yolu ile terekenin borca batık olduğunu bildirdiklerini belirterek, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece F&S230;’ın ölüm tarihi itibari ile terekenin borca batık olduğu, terekenin resmî tasfiyesine yönelik davacı tarafça açılan davanın süre yönünden reddine karar verildiği, TMK’nın 605/2 maddesi uyarınca murisin aczinin açıkça belli olduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir. 

Davacı Başkent Doğalgaz Dağıtım A.Ş. vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.

Yerel Mahkemece F&S230; 'ın ölüm tarihi itibariyle terekenin borca batık olduğu, mahkemenin taleple bağlılık ve taraflarca hazırlanma ilkeleri uyarınca kendiliğinden araştırma yapmasının mümkün bulunmadığı, davacı tarafın talepleri doğrultusunda mal varlığı ile ilgili gerekli araştırmanın yapıldığı, buna rağmen herhangi bir mal varlığının bulunmadığı gerekçeleriyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararı davacı vekili tarafından F&S230;’ın ölüm tarihi itibari ile terekesinin borca batık olup olmadığının kapsamlı bir şekilde araştırılması gerektiği ve davalı taraf lehine vekâlet ücreti ve yargılama giderlerine hükmedilemeyeceği ileri sürülerek temyiz edilmiştir.

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, F&S230;’ın mal varlığının ve terekesinin borca batık olup olmadığının tespiti hususunda mahkemece yapılan araştırmanın yeterli olup olmadığı, bozma kararında belirtilen kurum ve kuruluşlara yönelik yapılacak araştırmanın 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 25 ve 26. maddelerinde düzenlenen taraflarca getirilme ve taleple bağlılık ilkelerine aykırılık oluşturup oluşturmadığı noktalarında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümü yönünden konuya ilişkin yasal düzenlemeler irdelendikten sonra, mirasın hükmen reddi kavramı üzerinde durulması ve somut olayın usul hukuku bakımından değerlendirilmesinde fayda umulmaktadır.

Türk Medeni Kanunu’nun 605. maddesine göre, 

“ Yasal ve atanmış mirasçılar mirası reddedebilirler.

 Ölümü tarihinde mirasbırakanın ödemeden aczi açıkça belli veya resmen tespit edilmiş ise, miras reddedilmiş sayılır.”

Yasanın 606. maddesi, 

“ Miras, üç ay içinde reddolunabilir.

Bu süre, yasal mirasçılar için mirasçı olduklarını daha sonra öğrendikleri ispat edilmedikçe mirasbırakanın ölümünü öğrendikleri; vasiyetname ile atanmış mirasçılar için mirasbırakanın tasarrufunun kendilerine resmen bildirildiği tarihten işlemeye başlar.” düzenlemesini içermektedir.

Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 25. maddesinde taraflarca yerine getirilme prensibi öngörülmüş olup, burada;

“ (1) Kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamaz. 

(2) Kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkim, kendiliğinden delil toplayamaz.” ifadelerine yer verilmiştir.

Yasanın 26. maddesindeki taleple bağlılık ilkesi ise;

“(1) Hâkim, tarafların talep sonuçlarıyla bağlıdır; ondan fazlasına veya başka bir şeye karar veremez. Duruma göre, talep sonucundan daha azına karar verebilir. 

(2) Hâkimin, tarafların talebiyle bağlı olmadığına ilişkin kanun hükümleri saklıdır.” şeklinde düzenlenmiştir.

Öte yandan Kanunun 382. maddesinde çekişmesiz yargı işleri sıralanmış ve maddenin 2-c-7 bendinde “Terekenin yazımı işleminin sona erdiğinin mirasçılara bildirilmesi, mirasın reddi beyanının tespiti ve tescili; mirasın reddinin, mirası reddeden kişiden sonra gelen mirasçılara bildirilmesi; mirasın reddi süresinin uzatılması” çekişmesiz yargı işi olarak nitelendirilmiştir.
Çekişmesiz yargı işlerinde yargılama usulünü düzenleyen 385. maddede; 

“ (1) Çekişmesiz yargı işlerinde, niteliğine uygun düştüğü ölçüde, basit yargılama usulü uygulanır. 

(2) Çekişmesiz yargı işlerinde aksine bir hüküm bulunmadıkça resen araştırma ilkesi geçerlidir.
(3) Mahkemeler dışındaki resmî makamlara bırakılan çekişmesiz yargı işlerinde uygulanacak usul, ilgili özel kanunlarında belirtilen hükümlere tabidir.” açıklamalarına yer vermiş iken, Yasanın 448. maddesinde bu kanun hükümlerinin, tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla derhal uygulanacağı belirtilmiştir.

Görüldüğü gibi mirasın hükmen ya da zımnen reddi olarak adlandırılan karine Türk Medeni Kanunu’ nun 605. maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenmiştir. Buna göre ölümü tarihinde mirasbırakanın ödemeden aczi açıkça belli veya resmen tespit edilmiş ise, miras reddedilmiş sayılmaktadır.

Zımni rette, yasa koyucu şu mantıktan hareket etmiştir: Ölenin pasifi aktifinden fazla ise, yaşam deneyimleri bu mirasın reddedileceğini gösterir.

Yasa koyucu zımni rette mirasçıları bir külfetten kurtarmıştır.

Buna rağmen, mirasçı, mirası kabul etmek istiyorsa edebilir. Terekede tasarruf işlemi yaparak kabul yönündeki iradesini ortaya koyabilir ( Kılıçoğlu, Ahmet M. : Miras Hukuku, Ankara 2006, s. 261).

“ Miras ölümle açıldığından terekenin borca batıklığının açıkça belli ve resmen tespit edilmiş olmasının da bu ana göre değerlendirilmesi gerekir. Yani, miras açıldığı anda, terekenin borca batık olduğunun miras bırakanın iflas etmesi, alacaklılarının hakkında aciz vesikası alması, miras bırakanın konkordato istemesi, alacaklıların yaptıkları icra takiplerinde haczedilecek mal bulamamaları vb. gibi sabit olması veya terekenin borca batık olmasının miras bırakanın yaşadığı aile ve iş çevresinde bilinebilir olmasıdır.

Hakiki redde, red süresi içinde mirasın kayıtsız şartsız reddedildiğinin sulh hâkimine açıklanması ve reddin tescil ettirilmesi gerekmesine, bu konuda iş yapılmamasının veya suskun kalınmasının mirası kabul etmiş olunacağı kuralına karşın, terekenin borca batık olmasının herkesçe, mirasçılarca bilinmesi, bu konunun sabit olması hâlinde suskunluk, terekeye sahip çıkmama mirasın reddedildiği anlamına gelmektedir.

O hâlde, mirasın hükmen reddinde, reddin açıklanması hâkime tescil ettirilmesi gerekmediği gibi, bu konudaki irade açıklaması da bir süreye tabi değildir. Ancak mirasçı yasal üç aylık süre içinde terekenin borca batık olduğunu ileri sürerek mirası kayıtsız şartsız reddettiğinin tesbit ve tescilini de isteyebilir. Buna engel bir kural yoktur.

Tekrar mirasın hükmî reddi konusuna dönecek olursak, mirasın hükmen reddinde mirasçının red iradesini açıklama zorunluluğu yoktur. Mirasçı alacaklılara karşı bir süreye bağlı kalmaksızın terekenin borca batık oldu tesbitini açacağı bir dava ile isteyebilir. Hükmen red adından da anlaşıldığı gibi ancak alacaklılara karşı açılacak bir dava ile tesbit edilebilir. İtiraz veya savunma yolu ile de ileri sürülebilecektir ” ( Özuğur, A.İ. : Türk Medeni Kanunundan Önce ve Sonra Miras Hukuku, Cilt I,Ankara 2016, s.345,346). Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.04.2008 tarih ve 2008/4-332 E., 2008/336 K. sayılı kararı da bu yöndedir.

Yine mirasın hükmen reddine karar verebilmek için mirasçı bu hakkın düşmesine neden olacak davranışlardan kaçınmış olması gerekir.

Hemen belirtmek gerekir ki, sosyal güvence Anayasal bir haktır. Bir kimsenin mirası reddetmesi, sosyal güvenliğinden yoksun olması sonucuna yol açmamalıdır. Bu nedenle dulluk, yetimlik aylığının bağlanması mirasın reddinden etkilenmez ( Kılıçoğlu, Ahmet M. : Miras Hukuku, Ankara 2006, s. 262).

Yukarıdaki açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Yargılama devam ederken vefat eden davalı F&S230;’ın mirasçıları vekili mirasın hükmen reddini itiraz yolu ile ileri sürmüştür.

Dava 01.02.2008 tarihinde açılmış olmakla birlikte, henüz tamamlanmamış bir işlem olduğundan HMK ile getirilen yeni usul kuralları derhal uygulanacaktır. 6100 sayılı HMK’ da mirasın reddi beyanının tespiti ve tescili çekişmesiz yargı işi olarak düzenlenmiştir. Çekişmesiz yargı işlerinde ise aksine bir hüküm bulunmadıkça resen araştırma ilkesi uygulanır. 

Kendiliğinden harekete geçme ilkesi esasen ceza yargılamasında ve medeni yargıda da çekişmesiz yargı alanında geçerlidir. Bu ilkenin uygulandığı davalarda hâkim, tarafların talepleriyle kural olarak bağlı değildir. Yine hâkim, tarafların ileri sürdükleri vakıalarla ve delillerle bağlı olmayıp kendisi de vakıaları araştırabilir, delilleri inceleyebilir; ayrıca iddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi yasağından söz edilemez. Çünkü bu yasak, kendiliğinden araştırma ilkesinin uygulandığı davalarda geçerli değildir (Kılıç H. : Açıklamalı-İçtihatlı 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, C.I, Ankara 2011, s.728). 

Yine Türk Medeni Kanunu’nun 605. maddesine göre, ölüm tarihinde mirasbırakanın ödemeden aczi, açıkça belli veya tespit edilmiş ise ancak o zaman miras reddedilmiş sayılacaktır. Ödemeden aczin varlığı ise mirasbırakanın ölüm tarihi itibari ile mal varlığındaki aktif ve pasiflerin net bir şekilde ortaya konulması ile tespit edilebilecektir. Nitekim bu yasal karine mirasbıranın mal varlığındaki pasif fazlalığının herkes tarafından biliniyor olması nedeni ile yasal veya atanmış mirasçıların borca batık olan bu mirası kabul etmeyecekleri yönündeki inançtan kaynaklanmıştır. Bu nedenle de borca batıklık bir başka anlatımla ödemeden aciz durumunun da her türlü delille ispat edilebileceği kabul edilmiştir. Mahkemece bir takım yerlere yazı yazılmış ise de, yapılan araştırmalar hüküm kurmaya elverişli nitelikte değildir. Böyle bir defi durumunda mahkemeye düşen iş, mirasbırakanın ölüm tarihindeki mal varlığının, terekesinin davalının ikamet ettiği ve nüfusa kayıtlı olduğu yerlerden kapsamlı ve objektif olarak araştırılması, tapu müdürlüklerinden, vergi dairelerinden, bankalardan, SGK Başkanlığı’ndan (Bağkur, SSK, Emekli Sandığı) maaşlarının bulunup bulunmadığının sorulması ve zabıta araştırması dâhil her türlü araştırma ile durumun teyid edilmesidir. Zira yapılacak olan bu araştırmalar hâkimin davayı aydınlatma yükümlülüğünün bir gereğidir.

Hâl böyle olunca Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi doğru olmamıştır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ:
 Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, bozma nedenine ve şekline göre davacı vekilinin yargılama gideri ve vekâlet ücretine yönelik temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 11.04.2018 gününde oy birliği ile karar verildi.

Temyiz edentemyiz nedenlerini dilekçesinde göstermek zorundadır

15. Ceza Dairesi 2018/1011 E. , 2018/1374 K.

 

"İçtihat Metni"

MAHKEMESİ :Ceza Dairesi
SUÇ : Nitelikli dolandırıcılık
HÜKÜM : Mersin 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nin TCK'nın 158/1-l, 52/2, 52/4, 53, 58 maddeleri gereğince mahkumiyet, istinaf başvurusunun esastan reddine dair hüküm

Nitelikli dolandırıcılık suçundan sanığın mahkumiyetine ilişkin hükme yönelik, Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 9. Ceza Dairesi'nin kararı, sanık müdafi tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:
5271 sayılı CMUK’nın 288. maddesinin ''Temyiz, ancak hükmün hukuka aykırı olması nedenine dayanır. Bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanması hukuka aykırılıktır.'', aynı Kanunun 294. maddesinin ''Temyiz eden, hükmün neden dolayı bozulmasını istediğini temyiz başvurusunda göstermek zorundadır. Temyiz sebebi ancak hükmün hukuki yönüne ilişkin olabilir.'' ve aynı Kanunun 301. maddesinin''Yargıtay, yalnız temyiz başvurusunda belirtilen hususlar ile temyiz istemi usule ilişkin noksanlardan kaynaklanmışsa, temyiz başvurusunda bunu belirten olaylar hakkında incelemeler yapar.'' şeklinde düzenlendiği de gözetilerek sanık müdafin temyiz isteminin sanığın suç işleme kastı ile hareket etmediğine, diğer sanık &S230; tarafından zararın giderilmesi, sanığın samimi beyanları nedeniyle sanık hakkında lehe hükümlerin uygulanması gerektiğine yönelik temyizi üzerine yapılan incelemede;
Sanık &S230;'ın aynı eylem nedeniyle ayrı dava açılan ve hakkında mahkumiyet hükmü verilen &S230;'le birlikte hareket ederek, olay tarihinde, katılan &S230;'ı kullandığı cep telefonundan arayarak, kendisini Yenişehir Emniyet Müdürü olarak tanıtıp, katılanın eşinin kimlik bilgilerinin bir hırsızlık olayında kullanıldığını, bu şahısları yakalamak için kendilerine yardımcı olması gerektiğini söylediği, daha sonra evde bulunan altınları ve paraları eve gelecek polise teslim etmesini istediği, katılanın, sanıkların hileli anlatımlarından ikna olması neticesinde, evde bulunan çeşitli takıları ve parayı bir poşete koyup beklemeye başladığı, sanık &S230;'ın katılanın ikametine giderek 11.000 TL para ile iki adet 22 ayar burma bileziği alarak olay yerinden ayrılmak suretiyle nitelikli dolandırıcılık suçunu işlediğinin iddia olunduğu olayda; Bölge Adliye Mahkemesi'nce, nitelikli dolandırıcılık suçundan kurulan hükme ilişkin istinaf başvurusunun
esastan reddine dair verilen hükümde herhangi bir isabetsizlik bulunmadığı anlaşılmakla verilen karar hukuka uygun olduğundan, sanık müdafinin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle, 5271 sayılı CMUK’nın 302/1. maddesi uyarınca, usul ve yasaya uygun olan Bölge Adliye Mahkemesi kararına yönelik temyiz isteminin ESASTAN REDDİNE, 27/02/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Eşinin Mesleğini Beğenmemek Boşanma Nedeni

2. Hukuk Dairesi         

2018/218 E.  ,  2018/1055 K.

"İçtihat Metni"

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davalı erkek tarafından temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere Ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davalı erkeğin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.
2- Mahkemece, boşanmaya neden olan olaylarda, davalı erkeğin davacı kadına nazaran daha ağır kusurlu olduğu kabul edilerek davanın kabulü ile tarafların boşanmalarına ve davacı kadın lehine manevi tazminata hükmedilmiş ise de yapılan yargılama ve toplanan delillerden; davacı kadının eşinin kapıcı olmasından rahatsızlık duyarak eşini aşağıladığı ve müşterek konutu terk ettiği, kadına yüklenen diğer kusurlu davranışların ispatlanamadığı, davalı erkeğin ise eşine hakaret ettiği, velayete yönelik düzenlenen sosyal inceleme raporundaki müşterek çocuk beyanlarının ise hükme esas alınamayacağı anlaşılmaktadır. O halde, boşanmaya sebep olan olaylarda tarafların eşit kusurlu olduklarının kabulü gerekir. Eşit kusurlu eş yararına manevi tazminat (TMK m. 174/2) hükmedilemez. Somut olayda kadın yararına Türk Medeni Kanununun 174/2 maddesi koşulları oluşmamıştır. Bu husus nazara alınmadan kusur durumunun hatalı belirlenmesi ve bu yanılgılı kusur belirlemesine bağlı olarak davacı kadın yararına manevi tazminata hükmedilmesi doğru olmayıp bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda 2. bentte gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan temyize konu diğer bölümlerin ise yukarıda 1. bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi.

 

 


11.10.2024
AV. MELİH EFE
BARO BAŞKANI

© Web sitesi hizmeti Türkiye Barolar Birliği tarafından verilmektedir.